17 Nisan 2010 Cumartesi


İTAATTEN ALIKOYAN NEDENLER
İTAATTEN ÇIKMIŞ ŞEYTANIN TELKİNLERİ
Şeytan kendisini yoktan var eden ve sahip olduğu bütün özellikleri veren Allah'a karşı büyük bir nankörlük içindedir. Bu nankörlük ve kendini bilmezlik içinde başkaldırmış ve itaatten çıkmıştır. Kuran’da şeytanın bu durumu, Ve itaatten çıkmış her azgın şeytandan koruduk; (Saffat Suresi, 7)ayetiyle haber verilir. İtaatten çıkmış şeytan gibi başkaldırmış ve nankör biri olmaktan korkan mümin, kayıtsız şartsız itaat içinde olur.
Şeytan insana din ahlakını yaşamanın, Allah'a ve Resul'üne itaat etmenin, insanın özgürlüğünü, bağımsızlığını kısıtlayıcı bir hayat tarzı olduğunu fısıldar. İman etmeyenlerin ne kadar özgür ve başlarına buyruk yaşadıklarını, dilerse kişinin kendisinin de öyle yaşayabileceğini telkin eder. Ancak bu, şeytanın yalnızca göz boyamaya yönelik, süslü bir telkinidir.

Çünkü Allah'ın emirlerine uymadan, yalnızca nefsinin istek ve arzuları doğrultusunda yaşayan bir kişi özgürlüğüne kavuşacağını zannederken, aslında tâbi olduğu din dışı sistemin kendisini uymaya mecbur kıldığı birçok zorlayıcı, kısıtlayıcı ve yasaklayıcı kurallarıyla zincirlenip gerçek özgürlüğünü kaybeder. Bunun yanı sıra özgürlük olarak isimlendirilen durum, imanın kazandırdığı şuur ve akıldan uzak olan, kişiyi dünyada son derece güvensiz bir ortamda bırakır ve her türlü tehlikeye açık hale getirir. Şeytanın özendirdiği sahte özgürlük yerini zamanla “sahipsizlik“, “başıboşluk ve yalnızlık“ hislerine bırakarak bu kimseyi bunalımın eşiğine getirir.

Oysa şeytanın fısıldadığının aksine gerçek özgürlük, ancak gerçek din ahlakı tam anlamıyla yaşandığı takdirde elde edilebilir. Hak din, toplumun ve insanların kişi üzerindeki baskılarını, yaptırımlarını, yönlendirici kurallarını, dahası kişinin kendi kendisine koyduğu kuralları, prensipleri, her türlü taassubu ve olumsuz telkini kırar, yok eder. Bu nedenle kişiye gerçek özgürlüğü kazandıracak tek vesile Rabbimiz'in bildirdiği din ahlakına uymaktır.
İTAATTEN ALIKOYAN NEFS

İnsan, kendisini "işittik ve itaat ettik" demekten alıkoymaya çalışan etkenlere karşı son derece dikkatli olmalıdır. Bunların en önemlisi, "heva", yani insanın bencil tutku ve istekleridir. Hevanın kaynağı ise insanın içindeki "nefs"dir. Nefs, Hz. Yusuf'un Kuran'da bildirilen ifadesiyle "... var gücüyle kötülüğü emredendir..." (Yusuf Suresi, 53). Ve madem nefs insana "var gücüyle kötülüğü emretmekte"dir, o halde insan da nefsin kendisine vereceği emirlere karşı son derece uyanık olmalıdır.

Bu noktada dikkat etmek gerekmektedir: Kuşkusuz cahiliye toplumunun içinden çıkmış ve müminlerle yeni tanışan bir kişi, nefsinden kendisini "kötülüğe" yöneltecek pek çok emir alacaktır. Nefsi onu mümkün olduğunca kendi istek ve tutkularına uymaya yöneltecek ve dinden uzaklaştırmaya çalışacaktır. Müminlerin kendisine anlattığı ya da Kuran'dan okuduğu tüm doğrulara karşı nefsi ona birtakım kuruntu ve şüpheler vermeye çalışacaktır. Vicdanı ve aklı ona müminlerle birarada olmayı emrederken, nefsi onu cahiliye toplumuyla birlikte olmaya yöneltmeye uğraşacaktır.

Bu nedenle dini öğrenmeye çalışan ve müminlerle birlikte olan bir kişi, tavırlarını kontrol etmeli, isteklerini ölçmelidir: Acaba davranışlarının kaynağı nefsinin istekleri mi, yoksa Allah rızası ve vicdanı mıdır? Bu konu hakkında bazı temel ölçüler konabilir. Allah Kuran'da bize önemli bir ölçü vermektedir:
Sen de sabah akşam O'nun rızasını isteyerek Rablerine dua edenlerle birlikte sabret. Dünya hayatının (aldatıcı) süsünü isteyerek gözlerini onlardan kaydırma. Kalbini Bizi zikretmekten gaflete düşürdüğümüz, kendi 'istek ve tutkularına (hevasına)' uyan ve işinde aşırılığa gidene itaat etme." (Kehf Suresi, 28)
Ayet, müminlere hangi davranışın Allah'ın rızasına uygun, hangi davranışın da nefis kaynaklı olduğu bildirilmektedir: "Sabah akşam O'nun rızasını isteyerek Rablerine dua edenlerle birlikte" olmak, Allah'ın rızasına uygun bir davranıştır. Buna karşılık, kalbi "Allah'ı zikretmekten gaflete düşmüş" ve "kendi 'istek ve tutkularına (hevasına)' uyan" kimselere yönelmek, onların yaşam tarzına doğru kaymak, tamamen nefsani bir davranıştır, Allah'a karşı itaatsizliktir. Bu son derece önemli bir ölçüdür ve İslam ahlakıyla yeni tanışan bir kişinin en çok dikkat etmesi gereken konuların başında gelir. 
C:\Users\kişi\Desktop\villa5.jpg



Buna karşılık bu samimiyetten yoksun olan ya da nefslerinin telkinlerinin etkisinde kalan kimseler, müminlerle beraber olmak için böyle bir çaba göstermezler. Nefisleri onlara birtakım bahaneler buldurur ve müminlerle beraber olmaktan, bu bahaneler aracılığıyla alıkoymaya çalışır. Onlar da bu bahaneleri müminlere karşı öne sürerler. Kendi akıllarınca bu bahaneler sayesinde müminleri aldatabileceklerini sanmaktadırlar. Oysa öne sürdükleri bahaneler ne Allah Katında, ne de müminlerin gözünde geçerlidir.

NEFSİN ÖNE SÜRDÜĞÜ BAHANELER

Günlük hayat içinde söz konusu bahanelerin (gerçeklerden kaçma yöntemlerinin) pek çok örneğine rastlamak mümkündür. Bazı yaygın örnekleri şöyle sıralayabiliriz:

İbadetlerini yerine getirmeyi, dinin hükümlerini uygulamayı ve müminlerle birarada olmayı engellemek için nefsin en çok öne sürdüğü bahanelerin başında "ailevi sorunlar" gelir. Nefsinin sesine kulak veren ve Allah'a itaatte gevşek davranan kimseler, sık sık "ailemle ilgilenmekten zaman bulamıyorum" ya da "ailem izin vermediği için dinin hükümlerini uygulayamıyorum" gibi sözde mazeretler öne sürerler. Oysa bunların hiçbiri Allah Katında geçerli olmayabilir. İnsanın elbette ailesiyle ilgili işleri olabilir, ailesine zaman ayırması gerekir. Ancak bu, kesinlikle Kuran'ın emirlerini uygulamaya zaman bulamamak gibi bir sonuç doğurmaz. Dolayısıyla bu samimi bir mazeret değildir.

Belki söz konusu kişi "ailevi sorunlar" mazeretini öne sürerek kendini aldatmaktadır, ancak Allah'ı ve müminleri aldatamaz. Nitekim Kuran'da da bu konuya dikkat çekilmekte ve "ailevi sorunlar" mazeretinin geçerli olmadığı bildirilmektedir. Kuran'da bildirildiğine göre, Allah yolunda mücadeleden geri kalanlar Peygambere gelerek "bizi mallarımız ve ailelerimiz meşgul etti" gibi bir mazeret öne sürmüşler, ancak Allah haklarında "... onlar, kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylüyorlar..." hükmünü indirmiştir. (Fetih Suresi, 11) Yine bir başka ayette ise Peygamberimiz (sav) döneminde yaşanan bir savaş anında ailelerinin "açıkta" olduğunu öne sürerek kaçmaya çalışılanlar şöyle anlatılır:
"... Onlardan bir topluluk da: "Gerçekten evlerimiz açıktır" diye peygamberden izin istiyordu; oysa onlar(ın evleri) açık değildi. Onlar yalnızca kaçmak istiyorlardı." (Ahzab Suresi, 13)
Nefsin öne sürdüğü bahanelerin bir başkası ise "iş" ya da "okul" sorunlarının, dinin hükümlerini uygulamaya engel olduğu şeklindedir. Sözde "iş" ya da "okul" o kadar zaman almaktadır ki, namaz kılmaya, oruç tutmaya, insanlara iyiliği emretmeye, güzel ahlak göstermeye, müminlerle beraber olmaya imkan kalmamaktadır.

Aslında bu mazereti öne süren kimsenin düşünce yapısında büyük bir çarpıklık vardır. Söz konusu kişi, işinin ya da okulunun hayatının en önemli konusu olduğunu düşünmekte, bunlardan arta kalan zamanları dine ayırmayı tercih etmektedir. Oysa bir mümin için böyle bir "ayırım" söz konusu olamaz. "De ki: 'Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, dirimim ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah'ındır." (Enam Suresi, 162) ayeti gereğince, bir müminin tüm yaşamı Allah rızasına göredir; yaşamın bir bölümünü dine, bir bölümünü "dünya işlerine" ayırmak ise Allah'a ortak koşmaktır. Dolayısıyla bir mümin işiyle de okuluyla da Allah rızası için ilgilenir. İşinden kazanacaklarını Allah rızasına göre harcayacak, okulda öğreneceklerini yine Allah'ın dinine hizmet için kullanacaktır. Ve böyle bir durumda da -dinin bir hükmünü uygulamak, ötekini uygulamaya engel olamayacağı için- "iş ya da okul yüzünden dini yaşamaya zaman bulamamak" söz konusu olamaz.

Aksi halde "gelecek endişesi"nden kaynaklanan birtakım dünyevi çıkarlar gözetilmesi ve bunların da dinden üstün tutulması gibi bir durum ortaya çıkmış olur. Bu ise, Allah'ın Kuran'da bildirdiği gibi "dünya hayatı"nın Allah'ın rızasına ve ahirete tercih edilmesidir. Oysa dünya hayatı, Allah rızası ve ahiretin yanında son derece değersizdir:
Dünya hayatı yalnızca bir oyun ve bir oyalanmadan başkası değildir. Korkup-sakınmakta olanlar için ahiret yurdu gerçekten daha hayırlıdır. Yine de akıl erdirmeyecek misiniz? (Enam Suresi, 32)
Buna rağmen bencil istek ve tutkularına esir olarak dünya hayatına saplananların hükmü şudur: 
Kim dünya hayatını ve onun çekiciliğini isterse, onlara yapıp ettiklerini onda tastamam öderiz ve onlar bunda hiçbir eksikliğe uğratılmazlar. İşte bunların, ahirette kendileri için ateşten başkası yoktur. Onların onda (dünyada) bütün işledikleri boşa çıkmıştır ve yapmakta oldukları şeyler de geçersiz olmuştur. (Hud Suresi, 15-16)
Nefsin insanı Kuran ahlakını yaşamaktan alıkoymak için öne sürdüğü bahanelerden biri de "çevre baskısı"dır. Bu nedenle bazı kimseler "Kuran ahlakını yaşarsam, yakın çevremden tepki görür, dışlanırım" endişesine kapılırlar.

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, Allah'ın dinine uymaya ve Allah'tan başka bir yol gösterici tanımamaya karar veren bir insan, bazı sıkıntıları da göze almalıdır. İman ettiğinde, yakın çevresi kendisine tepki gösterebilir; buna şaşırmamalıdır. Hatta, belki bu tepkiyle karşılaşmaması şaşırtıcı bir durum olarak görülebilir. Çünkü dine yeni yönelen bir insan, "cahiliye toplumu"nun içinden gelmektedir. Dolayısıyla eski yakın çevresi de bu toplumun bir parçasıdır. Ve bu toplum yanlış yoldadır:
... Hüküm, yalnızca Allah'ındır. O, Kendisi'nden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru olan din işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler. (Yusuf Suresi, 40)
Bir başka ayette şöyle denir: 
... Allah, vaadinden geri dönmez. Ancak insanların çoğu bilmezler. Onlar, dünya hayatından (yalnızca) dışta olanı bilirler. Ahiretten ise gafil olanlardır. (Rum Suresi, 6-7)
İnsanların çoğunun iman etmeyişi, üstteki ayette bildirildiği gibi, akletme ve kavrama yeteneklerinin düşük oluşundan kaynaklanır. Dünya hayatının yalnızca "dışta olan" (görünen/zahir) kısmını bilmekte, oysa "gizli" (batın) kısmını kavrayamamaktadırlar. Ahiretten ise tümüyle habersizdirler. Dolayısıyla "insanların çoğu"nun doğru yolda olmasını beklemek, büyük bir yanlış olur. Çoğunluk, "Sen şiddetle arzu etsen bile, insanların çoğu iman edecek değildir." (Yusuf Suresi, 103) hükmüne göre, yanlış üzerinde gitmekte ısrar edecektir. Bu durumda bir müminin, çoğunluğun düşüncelerini kendisine kıstas olarak kabul etmesi mümkün değildir. Nitekim Kuran da bu konuya dikkat çekilmektedir: : 
Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar."... (Enam Suresi, 116)
İşte "kendisine uyulmaması gereken" yeryüzündeki bu büyük çoğunluğa, insanın cahiliye toplumundaki yakın çevresi de dahildir. Bir insan iman edip, Allah'ın Kuran'da bildirdiği hükümlere göre yaşamaya başladığında, bu büyük çoğunluğa ve eski yakın çevresine ters düşecektir. Ancak müminin önemli bir özelliği vardır: Asla ve asla bu çoğunluğa ve yakın çevresine ters düşmekten, onlar tarafından kınanmaktan, onların kendisine kötü gözle bakmasından çekinmez. Kuran'da müminlerin kimsenin kınamasından korkmadıkları özellikle vurgulanır:
Ey iman edenler, içinizden kim dininden geri döner (irtidat eder)se, Allah (yerine) Kendisi'nin onları sevdiği, onların da Kendisi'ni sevdiği mü'minlere karşı alçak gönüllü, kafirlere karşı ise 'güçlü ve onurlu,'  Allah yolunda cehd eden (çaba harcayan) ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah'ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir. (Maide Suresi, 54)
Mümin Allah'ın rızasını (hoşnutluğunu) aramaktadır. İnsanların kendisinden razı olup olmaması onun için önem taşımaz. Zaten eğer Allah kendisinden razı olursa (ve gerekirse) onu insanların gözünde de yükseltecektir.

Dolayısıyla, "ailem beni meşgul ediyor", "okul veya işimden zaman bulamıyorum", "çevremden tepki alırım" gibi sözler, yalnızca birer bahanedir. Bu tür bahaneler öne sürerek müminlerle birarada bulunmaktan, ibadetlerini yerine getirmekten kaçınan bir insan, gerçekte samimi bir yaklaşım içinde değildir.

Bu durumda eğer kişi müminlerle beraber olmak, Allah'ı anmak ve ibadetlerini yerine getirmek için ciddi bir çaba göstermiyor, ancak buna karşın yine de müminlere "şirin" gözükmeye çalışıyorsa, bunun şöyle bir açıklaması olabilir: Bu kişi müminlerle birlikte olarak birtakım çıkarlar sağlama peşindedir. Müminlerin bazı imkanları ona çekici gelmiştir ve bu imkanlardan yararlanma düşüncesindedir.

Ancak müminler söz konusu kişinin gerçek niyetini çok iyi fark ederler. Eğer samimiyetsizliğini gördükleri halde yine de bu durumu karşıdaki kişiye hissettirmiyorlarsa, bunun nedeni belki daha sonra hatasını fark eder diye düşünmeleridir. Bunun tersi, yani samimiyetsiz kişinin müminlerin kandırması söz konusu değildir. Zaten bu tür kişilerin herkeste rastlanan bazı karakteristik özellikleri vardır.

Bu özelliklerin en belirgini Allah'ı anmaya isteksiz oluşlarıdır. Kuran'da inkarcılardan söz edilirken "Sadece Allah anıldığı zaman, ahirete inanmayanların kalbi öfkeyle kabarır. Oysa O'ndan başkaları anıldığında hemen sevince kapılırlar." (Zümer Suresi, 45) denilir. Müminlerle birtakım çıkarlar gözeterek birlikte olmaya çalışan kişilerin tavrı ise tam bu şekildedir. Bu tür kişiler Allah'ın anılmasından, O'nun hükümlerinin hatırlatılmasından rahatsızlık duyarlar. Buna karşılık kendi çıkarlarını tatmin edecek ortamlara karşı ise büyük bir istekle katılırlar.

Müminlerin son derece şefkatli ve merhametli bir tavrı vardır; kesinlikle katı yürekli davranmazlar. Ancak samimiyetsiz kişiler bunun anlamını ve amacını kavrayamazlar. Cahiliyede sürekli çekişme dolu ortamlara alışık oldukları için, müminlerin yumuşaklığını suistimal etmeye, onlara karşı büyüklük taslamaya kalkarlar. Aslında böylelikle yalnızca kendilerini küçük düşürürler. Nitekim müminler onların bu basit tavrına karşı gereken karşılığı verirler.
C:\Users\kişi\Desktop\My Pictures\İNSAN-YAŞAM\yalnız kdn.jpg

Bu durumda samimiyetsiz kişi, müminlerden bir çıkar elde etmesinin imkansız olduğunu kısa sürede anlar. Bu durumda bir an önce müminlerden uzaklaşmaya ve eski hayatına dönmeye can atar. Yeni bir bahaneyle de kısa süre içinde bunu gerçekleştirir ve zaten 'hiç ayrılmamış olduğu' cahiliye toplumuna geri döner. Bu tarz kişilerin ahiretteki konumları aşağıdaki ayette bildirilmiştir:
Kim kendisine 'dosdoğru yol' apaçık belli olduktan sonra, elçiye muhalefet ederse ve mü'minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü şeyde bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir yataktır o!.. (Nisa Suresi, 115)
Aslında bu tür samimiyetsiz bir kişinin müminlerden ayrılması, müminler için büyük bir rahmettir. Böylece Allah müminleri temizlemekte, onları Nur Suresi'nin 55. ayetinde "...Onlar, yalnızca Bana ibadet ederler ve Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar..." ifadesiyle tanımlanan mümin topluluğuna çevirmektedir. Allah, müminlerle ikiyüzlü inkarcıları birarada tutmaz, onları birbirinden ayırır. "Andolsun, Biz sizden mücahid olanlarla sabredenleri bilinceye (belli edip ortaya çıkarıncaya) kadar, deneyeceğiz ve haberlerinizi sınayacağız (açıklayacağız)." (Muhammed Suresi, 31) hükmüne göre, gerçekten samimi şekilde iman edenleri Allah deneyecek ve ortaya çıkaracaktır. Buna karşın, samimiyetsiz ikiyüzlüler de belli olacaktır. Allah "temiz"i "pis"ten ayıracağını şöyle müjdeler:
Bu, Allah'ın murdar olanı (pis olanı) temizden ayırdetmesi; murdarı, bir kısmını bir kısmı üzerinde kılıp tümünü biriktirerek cehenneme atması içindir. İşte bunlar hüsrana uğrayanlardır. (Enfal Suresi, 37)
Oysa eğer insan samimi olursa, Allah onun kalbini İslam'a açacaktır. "İşittik ve itaat ettik" demek, bu tür bir insan için dünyanın en büyük lezzetidir. Kendisini yaratan, dosdoğru yola yönelten ve cennetine sokmayı vaat eden Allah'a itaat etmek, olabilecek en büyük huzur, en büyük mutluluk ve sevinç kaynağıdır. Kısacası, "Biz ona (insana) 'iki yol-iki amaç' gösterdik." (Beled Suresi, 10) ayetinde bildirildiği gibi, insanın önünde iki yol vardır: Allah'a itaate dayanan ve insana O'nun rızasını, rahmetini ve cennetini kazandıracak iman yolu ve Allah'a isyan edip bencil tutkuları (hevayı) ilah edinmeye dayanan ve dünyada horluk ve aşağılık, ahirette ise cehennemle sonuçlanabilecek isyan yolu.
Kuran'da bildirildiği gibi, "Şüphesiz, bu bir öğüttür. Artık dileyen Rabbine bir yol bulabilir." (Müzzemmil Suresi, 19)
ENANİYET İTAAT ETMEYE ENGELDİR

Enaniyet (kibir) şeytanın en önemli özelliklerinden biridir ve şeytan Allah'ın huzurundan da enaniyeti ve itaatsizliği yüzünden kovulmuştur. Şeytanın bu hastalığına yakalanan bir kimsenin de şeytan gibi aklı örtülür, şuuru kapanır ve Allah'ın dosdoğru yolundan uzaklaşır. Böylece Allah'ın sonsuz gücünü düşünüp kavraması, bu güç karşısında kendi küçüklüğünü, acizliğini anlaması ve Allah'a duyduğu saygı dolu korkunun artması imkansız hale gelir. Bu da kişinin Yüce Allah’ın bildirdiği din ahlakını değil isyan yolunu seçmesine neden olur.

“Hani sizden misak almış ve Tur'u üstünüze yükseltmiştik: "Size verdiğimize sımsıkı sarılın ve dinleyin". Demişlerdi ki: "Dinledik ve baş kaldırdık."...” (Bakara Suresi, 93)
Enaniyetle din ahlakının gereklerinin birarada yaşanamayacağı kesindir. Çünkü din ahlakının en önemli şartı yalnızca Allah'ın büyüklüğünü tanımak, yalnızca O'nu ilah edinmektir. Enaniyetli bir kimse ise kendini Allah'tan bağımsız müstakil bir varlık olarak görür ve hevasının emirlerini yerine getirir. Allah'ın kulu olduğunun şuuruna varamaz. Allah'ın kendisine vermiş olduğu özelliklerden ötürü büyüklenerek nefsini yüceltir. Kısaca kendi nefsini ilah edinir, onu Allah'a ortak koşar. Dolayısıyla enaniyetle din ahlakı değil, ancak şirk yaşanabilir.
C:\Users\kişi\Desktop\enaniyt.jpg 
Enaniyetli bir kimse, dediğimiz gibi, nefsini ilahlaştırmış olduğu için, Allah'tan başka ilah olmadığını bildiren hak dinle daha en temel noktada çatışmaktadır. Dolayısıyla din ahlakını yaşaması gibi bir durum söz konusu olamaz. Zaten biraz ileride bahsedeceğimiz özel bir kesim dışında, enaniyetli kimselerin genelde din ahlakını yaşama gibi bir talepleri de yoktur. Büyüklenenlerin din ahlakına karşı nasıl inatla direndikleri ve dinden kaçarcasına uzaklaştıkları birçok ayette bildirilir. "Çünkü onlara "Allah'tan başka ilah yoktur" denildiği zaman, büyüklük taslarlardı. Ve derlerdi ki: "Biz ünlenmiş bir şair için ilahlarımızı terk mi edeceğiz" (Saffat Suresi, 35-36) ayetinde de görüldüğü gibi içlerindeki büyüklenme isteği, Allah'ı ve elçilerini tanımalarını engeller. Hatta inkarcıların kibirleri bazen öyle dehşetli boyutlara varır ki, açıkça Allah'a düşmanlık gösterirler. Kuran'da boş bir büyüklenme içinde olan bu insanların Allah'ın anılmasına karşı olan tavırları şöyle bildirilmiştir:
... Sen Kuran'da sadece Rabbini bir ve tek '(ilah olarak) andığın zaman 'nefretle kaçar vaziyette' gerisin geriye giderler." (İsra Suresi, 46)
Din ahlakının amacı insanın Rabbimizi tanıyıp takdir etmesi ve O'na yakınlaşması, O'nun rızasını kazanmasına vesile olacak ahlaki yapıyı kazanmasıdır. Bu açıdan bakıldığında enaniyet zaten dinin amacına tamamen ters bir unsurdur. Çünkü enaniyet ve büyüklenme Allah'ın sevmediği, gazaplandığı bir özelliktir. Bunu ayetler şöyle belirtir:
İnsanlara yanağını çevirip (büyüklenme) ve böbürlenmiş olarak yeryüzünde yürüme. Çünkü Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez. (Lokman Suresi, 18)
Şüphesiz Allah, onların saklı tuttuklarını ve açığa vurduklarını bilir; gerçekten O, müstekbirleri sevmez. (Nahl Suresi, 23)
Dolayısıyla hedefi Allah'ın rızası olan din ahlakını, Allah'ın razı olmadığı enaniyetten taviz vermeden yaşamaya çalışmak, anlamsız ve kendi içinde çelişkili bir davranış olacaktır.
Din ahlakı tevazu, teslimiyet, alçakgönüllülük, Allah'a karşı boyun eğicilik gerektirir. Enaniyetli bir kişide ise bu tür mümin özellikleri barınamaz. Bu yüzden böyle bir kişi gerçek anlamda iman edemez.
Tevazu ve alçakgönüllülüğün en büyük alametlerinden birisi de Allah'a ve elçisine itaattir. Tevazulu olmayan biri itaat edemeyeceği için din ahlakıyla enaniyetin birarada olamayacağı burada bir kez daha ortaya çıkmaktadır. Enaniyetli kimseler bulundukları ortamda hiçbir otoriteyi tanımazlar. Her konuda en iyi düşünüp en doğru davrananın kendileri olduğunu sanırlar. Kendilerinden çok emin oldukları için daha iyi bir bilen olduğuna ihtimal bile vermezler.
Bilindiği gibi şeytanın gizli enaniyeti de itaat noktasında ortaya çıkmış ve büyüklenmesi sebebiyle itaatten kaçmış, kafirlerden olmuştur. Kuran'da itaat konusu üzerinde çok sık ve önemle durulur. Müminde nasıl bir itaat olması gerektiği bütün ayrıntılarıyla tarif edilir. İtaat, Kuran'a göre kalben ve fiilen yerine getirilmesi gereken çok hassas bir konudur. Elçinin verdiği karara fiilen boyun eğdiği halde kalben sıkıntı ve burkuntu duymak bile imansızlık göstergesi olarak belirtilmiştir:
Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar. (Nisa Suresi, 65)
Kibirli insanların önemli bir alameti, daha önce de gördüğümüz gibi, Allah kendilerine elçi gönderdiğinde, onun elçiliğini kabul etmemeleri ve onunla mücadeleye girmeleridir. Çünkü güzel ahlak, akıl, takva gibi üstün özellikleri olan ve o topluluktaki herkese lider olarak gönderilen bu kişiye itaat etme fikri son derece ağırlarına gider. Oysa elçiye itaat edilmeyince Allah'a itaat edilmemiş olur. Allah'a itaatin olmadığı yerde din ahlakı da yoktur. Pek çok ayette Resule itaatin gerçekte Allah'a itaat etmek olduğu belirtilir. Örneğin bir ayette şöyle buyurulmaktadır:
Kim Resule itaat ederse gerçekte Allah'a itaat etmiştir. Kim de yüz çevirirse Biz seni onların üzerine koruyucu göndermedik. (Nisa Suresi, 80)
Görüldüğü gibi itaat konusu, enaniyetli insanların din ahlakını yaşamalarına kesinlikle geçit vermeyen bir kale gibidir. Bu kalenin kapıları ancak tevazu, teslimiyet ve alçakgönüllülükle açılır. 
Tevazu saygıyı, enaniyet ise saygısızlığı ve alaycılığı doğurur. Saygı kibirli insanların ağrına gider, özellikle de elçiye karşı saygı göstermekte çok zorlanırlar. Onlar ancak alaycılıktan, saygısızlıktan, farklı olduklarını hissettirip böbürlenmekten zevk alırlar. Kibirli insanlar kendi kararlarını üstün gördükleri için peygamberlerin hükümlerine hayır gözüyle bakıp teslim olamazlar. Bu yüzden de din ahlakı içinde en çok zorlandıkları konu elçiye itaattir. Ancak Allah bu derin itaati din ahlakının belirgin şartları arasında saymış ve zalimler olarak nitelendirdiği itaatsiz münafıkların durumlarını da ayetleriyle açığa çıkarmıştır:
Aralarında hükmetmesi için onlar Allah'a ve Resulüne çağrıldıkları zaman onlardan bir grup yüz çevirir. Bunların kalplerinde hastalık mı var? Yoksa kuşkuya mı kapıldılar? Yoksa Allah'ın ve Resulünün kendilerine karşı haksızlık yapacağından mı korkmaktadırlar? Hayır, onlar zalim olanlardır. (Nur Suresi, 48-50)
C:\Users\kişi\Desktop\56769e2b3kmecs1.gif

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder